Vefa
Bozacısı’nın karşısındaki "80’li Yıllar Marketi" diyebileceğimiz Sevda Gazozcusunda el yapımı gazozları,
leblebi tozlarını ve Tetris'leri görünce içim burkuldu. Çocukluğum,
yaşanmışlıklarım, özlemlerim, sahip olduklarım, belki de yitirdiklerim geldi
aklıma.
Gözlerim doldu…
Bu yazıyı da içimde uyanan tam da bu hislerle kaleme aldım.
80’lerin çocuklarına bir nostalji yolculuğu olmasını, 2000’lerin çocuklarına da günümüzde yoksun kaldıkları bazı duyguları almalarını sağlamak istedim. Günümüz çocukluklarına baktığımda, bazen tatlı bir hüznün içimi sızlatır gibi olduğunu hissediyorum; "Keşke bu imkanlar bizim dönemimizde de olsaydı" diyorum. Bazen de içim acı acı sızlıyor, birçok duyguyu hissedemeden yıllarını geçiriyorlar diyorum.
Pazar akşamı, evde yeni alınmış renkli ve
tüplü televizyonlarından ressam Bob Ross’un nasıl resim yaptığını hayranlıkla seyrediyorlar.
Dede ve babaanne baş köşede ve diğer aile fertleri koca güllü ve dallı milli
perdemizin önünde, dantel serili koltuklarda yan yana dizilmiş çaylarını
yudumluyorlar. Herkes birbirine hatır soruyor ve sohbet ediyor. Çocuklara
anılarını, kendi büyüklerinden öğrendikleri hikayeleri anlatıyorlar. Hep
birlikte dua edip, şükür ediyorlar.
Bir taraftan sobada yanan odunun çıtır çıtır
sesi, üzerinde kızartılan kestanelerin kokusu ve çayın demlenme uğultusu…Sobanın
borusuna iliştirilen askılıkta merdaneli çamaşır makinasında yıkanan,
çocukların mavi önlükleri ve beyaz yakaları kuruyor. Sobanın marifeti bu kadar
mı? Kesinlikle hayır… Muhabbet içinde olan ev halkı ısınıyor, kuzinesinde börek
fırınlanıyor, kaynayan çayın buharıyla oda nemleniyor…Günümüzde birden çok
teknolojik aletin yaptığı işi tek başına yapabiliyordu😊
Yerlerde bağdaş kurmuş oturan beş kardeş ve
diğer akraba çocukları… Abla ve abi olanlar üstlerine çay dökülmesin veya
ortada gezinmesinler diye kardeşlerini kucağına almışlar. Çünkü abi-abla demek
anne-baba demekti, kardeşlerine sahip çıkmak demekti. Sabahtan beri dışarda
çamurlarda, topraklarda korkmadan yuvarlandılar, kirlendiler. Misket yuvarlayıp,
top oynadılar. İp atlayıp, saklandılar. Su birikintilerine taş attılar, yerde
buldukları sopalarla karıncalara yuva yaptılar, yağmurda özgürce koşup
bulutların şekillerini benzetmece oynadılar.
Günün sonunda sobanın arkasına konulmuş leğende yıkandılar çünkü yarın okul var. Kızların saçları örülü ve hepsinin üzerinde babaannelerin ördüğü yelek ve pijamalar göğüs altına kadar çekilmiş. Üşümesinler😊Büyüklerin yanında saygıdan ses yapamıyorlar fakat birbirlerinin koluna vurup ya da göz göze bakıp kıs kıs gülüşüyorlar. Mutlu olmaları için bir sebep gerekmiyordu.
“Ne ile mi
mutlu oluyordu
çocukluğumuz?”
Casio marka saatimizin yanan ışığıyla, gazoz
kapağı biriktirmeyle, çekirdeğin içlerini avucumuzda doldurup tamamını ağzımıza doluşturmayla, turbo marka sakız satın alabilmeyle, tekerlekli arabada gezen
muhallebiciden tadımlık su muhallebisi almayla, bakkal amcanın paketsiz
bisküvilerden saçımızı okşayarak bir tane hediye etmesiyle, dedemizin bize
gülümseyerek eti puf vermesiyle, yenilen eti puf kaplarıyla evdeki sinekleri
avlayıp öldürmeden doğaya bırakmayla, bayramlarda kapı kapı gezip şeker
toplamayla, Çokomel’in kabıyla gemi yapıp yağmur sularında yarıştırmayla, suyun
içinde ağzımızla elma yakalamayla, leblebi tozu alıp tüm kardeşler poşetin
içine dilimizi değdirerek yemeyle, yer yatağında topluca yorganın altında
gülüşe gülüşe uyumayla…
Ne kadar özgür, doğal, masum, yaratıcı değil
mi?
Bir ah dedik içimizden sanki 😟
Peki ya unutulmayan Ayşegül adlı hikâye kitapları… Adı Ayşegül olduğuna bakmayın, o aslında hayali bir Fransız kız çocuğu. Türk ismi koymuşlar fakat kilise bahçelerinde oynar, ıstakoz yer, uzak ülkelere tatile gider, Fındık adında bir köpeği ile yaşar. Çok merak ediyorum o dönemde çocuk hikâye kitabı yazan yok muydu güzel ülkemde. Neden Türk kültürüyle hiç ilgisi olmayan bu kitapları okuttunuz bizlere? ☹
Unutulmayan ne çok şey var…
Adile Naşit’in ‘’kuzucuklarım’’ demesi, Barış
Manço’nun Adam Olacak Çocuk programı, Gölgelerin Gücü adına diyen Himen, hece
fişlerinden okuma yaptıran öğretmenler, birbirinin darına yetişen komşular, kış
geceleri ‘’Bozaaa’’ diye bağıran bozacılar…
Yağ satarım bal satarım derdik lakin
birbirimizi satmazdık. Uğur böceği gördüğümüzde uğur getireceğine inanır, onu
parmağımıza alır, nazikçe bir ağacın dalına bırakırdık. Üçe kadar sayıyorum
diyerek kızgınlığımızı gösterdiğimizde bile üç demeden evvel iki çeyrek, iki
buçuk diyerek arkadaşımıza vakit kazandırarak vicdanımızı dinlerdik.
Sizin de gözleriniz doldu ve içinizde bir
özlem hissettiyseniz eğer eski günlerde yokluk vardı ama huzur da vardı
diyenlerdensiniz demektir 😊
O yıllara dair unuttuğumuz ne varsa yorumlarda paylaşalım.
https://www.instagram.com/sevdagazozcusu/
Yorumlar
Yorum Gönder